Sunday, October 31, 2010

Sigue Sigue Sputnik - Love Missile F1-11 (uncensored)

80'lerden bir klasik...

3D Çılgınlığı

3D sinema tarihini Avatar öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak mümkün herhalde. Aslında 1950'lerden bu yana, her ne kadar farklı teknolojiler kullanılmış olsa da, 3D filmler çekilmiş ve zaman zaman saman alevi gibi yanan ilgi parlamaları da yaratmış, ama hiçbir zaman yaygınlaşamamış. Ama Avatar bir geldi, pir geldi... Film olarak eleştirilebilecek çok yönü var, evet, ama bugüne kadar hiçbir filmin yapamadığını yaptı, hakkını yemeyelim. 3D'yi günlük hayatımıza soktu James Cameron. Artık neredeyse yeni çekilen her film 3D çekiliyor, eski klasiklerin 3D versiyonları hazırlanıyor, George Lucas'ın Star Wars üzerinde uzun zamandır çalıştığı biliniyor örneğin. Ama iş sinema salonları ile de sınırlı değil artık, yavaş yavaş evlerimize de sızmaya çalışıyor. Bütün televizyon üreticileri bir anda 3D modelleriyle arzı endam etmiş marketlerde.
Bu mevzuda kafama yatmayan birkaç nokta da yok değil hani. Bir kere, bütün büyük teknoloji üreticileri bir anda mı geliştirdiler 3D modellerini? Yırtık dondan çıkar gibi her köşeden, neredeyse her markanın logosunu taşıyan 3D televizyonlar fırladı. Sanki elemanlar yıllardır bu teknolojiyi bir kenarda tutuyorlarmış da, ortam uygun olunca hemen üretime başlamışlar gibi bir intiba uyandı bende... 
Gelelim diğer meseleye; evimizin baş köşesinde duran HD televizyonlarımızdan bile tam performans alamazken 3D televizyon alıp ne yapacağız? İçerik nasıl sağlanacak? Muhtemelen yakında çıkacak 3D filmleri oynatacak disc player'lardan alıp ayda yılda bir film mi izleyeceğiz? 
Teknoloji artık inanılmaz bir hızla tüketiliyor. En yeni teknolojinin ömrü bile 1-2 yılı geçmiyor. İyi de bunun sonu nereye varacak? Tüm dünyada insanların cebine giren para azalırken bu teknolojik tüketim çılgınlığını kim finanse edecek? Her yıl cep telefonu, bilgisayar, televizyon değiştirebilecek kaç milyon insan var dünya üzerinde? İşin komik yanı, şu anda dünya ekonomisinin en önemli başatlarından biri teknoloji şirketleri. Bu sektörde bir tıkanma yaşanırsa bunun sonu tüm dünyayı etkileyecek. 
Neyse, bu ağır mevzuyu başka bir yazıda daha detaylı değerlendirmek lazım. O zamana kadar gidin, sevgilinizle sinemada güzel bir film seyredin. Aman, 3D olsun...    

Taş meclisi - Jean Christophe Grange

  Muhtemelen tatilde falan okuruz diye düşünülerek alınmış, sonra da unutulmuş ve  kütüphanenimizin bir köşesinde kalmış bir kitaptı Taş Meclisi (La Concile de pierre). Eşim yakın zamanda okumuş ve yorumunu tek kelimeyle belirtmişti; berbat. Ama kaşınıyorum ya, illa okumam lazım, zaten eşimle kitap zevklerimiz de pek uyuşmaz. Geçen hafta evde geçirecek birkaç günüm olunca elime aldım kendisini, ama almaz olaydım. Pek az kitap için bu kadar kötü konuşmuşumdur, ama bence Grange'ın bu romanı hakkında söylenen her türlü olumsuz sözü hakediyor. Tamam, Jean-Christophe Grange'dan normalde de hazzetmem, hiçbir kitabını övgülerle bitirmedim, ama sövgülerle de bitirmemiştim. Kısmet Taş Meclisi'ne imiş.
  İnanndırıcılıktan uzak hikaye, mistizmle bilim arasında salınıp duruyor. Biraz telepati, biraz telekinezi, yanında eski Sovyet bilimi, şamanlar... Ne ararsınız var. Ama bunları bağdaştırma, birleştirme çabasında da tamamen çuvallamış Grange. Hele sonlara doğru, komediye dönmüş iyice...
  Herhalde Grange parasız kalmış, üç beş çiziktirip ne yazsam satar diye düşünmüş gibi geliyor bana. Başka bir açıklama bulamadım. Bir de utanmadan Monica Belluci'nin oynadığı bir filmi çekilmiş....

Friday, October 8, 2010

Kral Süleyman'ın Hazineleri - H. Rider Haggard

  Rivayet o ki, Sir H. Rider Haggard, Kral Süleyman'ın Hazineleri'ni (orijinal adıyla King Solomon's Mines) yazmaya kardeşiyle girdiği bir iddia nedeniyle başlamış ve bir-iki ay içinde de bitirmiş. İddianın konusu kendisinin de Louis Stevenson'ın Treasure Island'ı kadar iyi bir roman yazıp yazamayacağıymış. Sonucun ne olduğu tartışmaya açık, ama ilk basımı 1885'te yapılan romanın önce döneminin bir best seller'ı, sonrasında ise yüzyılı aşkın bir süredir zaman zaman alevlenen bir ilginin odağı olduğu kesin. Bunda romanın maceracı karakteri Allan Quatermain'in zamanı aşan kişiliği kadar, sonraları 'Lost World' olarak adlandırılacak bir türe kapı açması da etkili olmuş olsa gerek (Edgar Rice Burroughs'un The Land That Time Forgot'ı, Arthur Conan Doyle'un The Lost World'ü, H. P. Lovecraft'ın At the Mountains of Madness'ı, hatta Lee Falk'ın The Phantom'u gibi pekçok eser bu tür içinde değerlendirilmiştir daha sonra).
  Afrika'nın keşfedilmemiş bir bölgesinde, kayıp kardeşini arayan bir İngiliz zenginine eşlik eden fil avcısı Allan Quatermain ve arkadaşlarının unutulmuş bir uygarlığın kalıntılarına ve zenginliklerine ulaşmasını anlatıyor öykü. Birinci ağızdan, akıcı bir dille nakledilmiş. Bir dönem Avrupalı'nın Afrika halklarına bakışını da görebiliyoruz romanda, ama Haggard'ın hakkını yemeyelim, kendisinden sonra gelenlere nazaran dili daha az ırkçı, en azından Afrika kültürünün hakkını da vermiş.
  Türkçe baskı Cengiz Orhan çevirisi ile İgüs Yayınları tarafından yapılmış. Dizgi ve düzenleme çok kötü olmamakla birlikte, biraz daha özen iyi olurmuş sanki. Bölüm aralarına serpiştirilmiş resimler de biraz alakasız durmuş, orijinalinden mi alıntı, yoksa bizde mi eklenmiş bilemedim.
  Son not olarak, Haggard daha sonra ondört tane daha Allan Quatermain romanı yazmış. Başlamışken onları da okusak iyi olurdu. 

Wednesday, September 29, 2010

Ç.R.O.P.'dan...

En kapsamlı Türkçe çizgiroman blogu diyebileceğimiz Ç.R.O.P.'dan birkaç güzel yazıyı paylaşmak istedim.
İlki Tunç Pekmen'in Şehirler ve Arkaplanlar başlıklı yazısı. Çok kapsamlı olmasa da çizgiroman dünyasının en ünlü şehirlerini hatırlamamıza vesile olmuş.
İkincisi ise Gerekli Şeyler Yayınevi'nden Mişel Simoni ile Ümit Kireççi'nin yaptığı ropörtaj. Simoni'nin çizgiromanla kişisel ilişkisinden Gerekli Şeyler'in gelecek planlarına kadar herşey var.
Bir diğeri de Oynakbeyi imzalı Kahramandan Karakter Tahlili başlıklı yazı. Yer yer Freudyen göndermelerin de olduğu güzel bir metin.
Hepsinin ellerine sağlık...

Tuesday, September 21, 2010

Dampyr'i İstiyoruz

Son dönemde sınırlarımız dahilinde görme bahtiyarlığına eriştiğimiz en kaliteli çizgiromanlardan Dampyr'in de 17. süper cilt itibariyle yayına son verildi. Ama Dampyr severler pes etmiyor, can-ı gönülden desteklediğim bir kampanyayla vampir avcısı kahramanlarını geri istiyor...

İmza kampanyasına katılmak için tıklayınız...
Lami Tiryaki'nin kampanyaya destek amacıyla kaleme aldığı yazısını okumak için tıklayınız...

Wednesday, September 8, 2010

Foto! (III)

Das Metal... Son dönemde Beyoğlu'nun ara sokaklarında sıkça rastlanıyormuş kendisine... Sanki dijitalie edilmiş bir devil horns durumu, ama yapanın aklında ne vardır bilemem tabii.

Monday, September 6, 2010

Galaxy Pad Görücüye Çıktı

Güney Koreli Samsung'un uzun zamandır merakla beklenen tablet PC'si Galaxy Tab adıyla Berlin'deki Tüketici Elektroniği Fuarı'nda görücüye çıktı. 380 gram'lık ağırlığı ile dikkat çeken cihazın diğer bir merak uyandırıcı özelliği ise Readers Hub, yani Samsung'un e-kitap okuma uygulaması. Samsung bu uygulama ile kullanıcılara 1,8 milyonu ücretsiz 2 milyonun üzerinde kitaba, 47 dilde 1600'den fazla gazete ve dergiye ulaşma imkanı sağlıyor. Film ve videolar için de Media Hub ve zengin bir müzik arşivine erişim sağlayan Music Hub da yine Galaxy ile gelen diğer uygulamalar.
Galaxy Tab'in en büyük rakibi olarak gösterilen iPad'e göre en önemli avantajı ise Flash dosyalarını da çalıştırabilmesi.
Şimdilik beklenen fiyatı 1000 dolar civarında, ama yurdum sathına girince bunu ikiyle çarpmak lazım tabii... 
Cihazın teknik özellikleri de şöyle;


Sunday, September 5, 2010

Machete (Grindhouse Fake Trailer)

Tarantino'nun Grindhouse filmindeki dört fake trailer'dan biri olan Machete, sinema filmi olarak bugün gösterime giriyor. Bizde Grindhouse ikiye bölünerek yayınlandığı için bu trailer'lar güme gitmişti. En iyisi sinemada filmini izlemeden o ünlü trailer'a bir göz atalım.

Saturday, September 4, 2010

Sinema 2011

2011 sinema açısından ilginç bir yıl olacak gibi. Daha önce hiç görmediğimiz kadar animasyon ve çizgiroman uyarlaması salonlarda boy gösterecek. Diğer filmlerle beraber bakınca, neredeyse fantastik yapımların yılı olacak bile denebilir 2011 için. Tabii, bunun Hollywood'un uzun zamandır sıkıntısını çektiği orijinal senaryo yokluğunun bir göstergesi olduğunu düşünmek de mümkün, ama o da benim derdim değil...
Thor, Captain America ve Green Lantern'in yanında Tintin de bu yıl perdede boy gösterecek çizgiroman kahramanları. Bunların arasında en merakla beklenen ise herhalde Kenneth Branagh'ın yönettiği, Natalie Portman, Chris Hemsworth, Idris Elba, Rene Russo gibi ünlü isimlerin yanında Odin rolünde Anthony Hopkins'i izleyeceğimiz Thor... Eh, sadece Hopkins'in Odin olması bile benim için bu filmi izleme açısından yeterli bir referans...


İkinci Marvel uyarlaması ise Captain America: The First Avenger. Joe Johnston yönetimindeki filmde başrollerde Chris Evans, Samuel L. Jackson, Hugo Weaving isimleri yer alıyor. Kendisi de bir ABD güzellemesi olan Captain America'nın Hollywood'un elinde neye dönüşeceğini merak ediyorum doğrusu.
Gelecek yazı bekleyen bir de DC uyarlaması var; Green Lantern. 1940 yılından bu yana çizgiroman sahnesinde olan yüzüklü kahramanımız Ryan Reynold tarafından canlandırılıyor, filmin yönetmeni ise Martin Campbell...

...Ve Tenten, Steven Spielberg'in yönettiği The Adventures of Tintin: Secret of Unicorn ile 2011 Aralık'ında çizgi dünyadan çıkıp gerçek dünyaya geliyor. Tenten'i Jamie Bell'in canlandırdığı filmde Daniel Craig de rol almış. Şu an post-prodüksiyon aşamasında olan yapım da 2011'in merakla beklenenlerinden.
2011 yılında izleyeceğimiz en ilginç animasyon ise çocukluk 'kahramanlarımız' Şirinler'i New York'a getiren 'The Smurfs' olacak kuşkusuz. Gargamel'in eline düşmeden köylerine dönmenin bir yolunu arayan şirinleri New York sokaklarında kaçışırken izlemek ilginç olabilir. Ayrıca Kermit ve arkadaşlarının eski tiyatrolarını kurtarmak için çabaladıkları 'The Greatest Muppet Movie Ever Made', Gore Verbinski imzalı, Johnny Depp'in Rango'yu seslendiği 'Rango' da 2011'in diğer animasyonları.
Çizgiroman uyarlamaları ve animasyonlar dışında ise Martin Scorsese'in bir çocuk kitabından uyarladığı Hugo Cabret ile Robert DeNiro'lu The Dark Fields benim öncelikle dikkatimi çekenler.   Yılın diğer filmleri arasında ise romanıyla da pek ses getiren 'The Girl with the Dragon Tattoo' nun David Fincher versiyonu, Johnny Depp ve Angelina Jolie'li 'The Tourist' adı öne çıkanlar. 
2011 ayrıca devam filmlerinin de yılı olacak gibi. Terminator, Spiderman, The Pirates of Caribbean, Transformers, Harry Potter, Kung Fu Panda, The Twilight Saga, X-Men, Sherlock Holmes ilk bakışta göze çarpanlar. 
Görünen o ki, bol 3D'li ve fantastik bir yıl olacak 2011. Olsun, iyidir, bari biraz sinema salonlarında tüm hayatımızı kaplayan günlük hayhuydan uzaklaşırız bu sayede.

'Rango' Trailer

2011 yılında perdede izleyeceğimiz dikkat çekici bir animasyon Rango. Gore Verbinski'nin yönetmenliğini yaptığı, Johnny Depp'in de sesiyle yer aldığı projenin son derece eğlenceli bir trailer'ı mevcut...

Tuesday, August 31, 2010

Yokyer - Neil Gaiman

  Neil Gaiman ve Lenny Henry tarafından yaratılmış ve BBC'de yayınlanmış televizyon serisi Neverwhere'in Neil Gaiman tarafından romanlaştırılmasıyla ortaya çıkıyor Yokyer. Bildiğimiz Londra'nın altında bilmediğimiz bir dünyayla tanıştırıyor Gaiman bizleri, kanalizasyonlardan, metro tünel ve istasyonlarından, mağaralardan oluşan bir dünya. Ve bu dünyanın 'sakin' leri  bizim dünyamızdan kaymış, artık bizlere görünmez olmuş insanlar. Sıradan, bir parça da ezik bir karakter olan kahramanımız Richard Mayhew birgün aniden karşısına çıkan Door adında yaralı bir genç kıza yardım etmeye karar verince Aşağı Londra'da buluyor kendisini. Artık bildiği dünyasına dönmek için mücadele etmek zorunda, hem de aşağı tarafın canavarları, katilleri, hatta melekleri ile...
  Neil Gaiman çağımızın en önemli öykü anlatıcılarından biri olma yolunda emin adımlarla ileriliyor. Yokyer yazarın tek başına yazdığı ilk roman olmasına rağmen (daha öncesinde Discworld serileriyle bilinen Terry Pratchett ile beraber yazdığı Good Omens adında bir romanı varmış) kurgusuyla, anlatımıyla, hikayesiyle avucuna aldı beni resmen, kitabı elimden bırakmak istemedim. Hele karakterler... Her biri ayrı bir alem, Richard Mayhew, Door, Marquis de Carabas, avcı... Ama bir Mr. Vandemar ile Mr. Croup ikilisi var ki, evlere şenlik, edebiyat tarihinde bu kadar absürd bir ikili var mıdır bilmem...
  İlk kez 1996 yılında yayınlanan eser Evrim Öncül'ün çevirisiyle İthaki Yayınları'nca dilimize kazandırılmış. Sandman'in yaratıcısının bu müthiş hayal dünyasından uzak durmamak lazım...

  Not: Türkçe çevirinin kapağının kime ait olduğunu çok merak ettim, ama bir bilgi bulamadım.
  Gene not: Neverwhere'in 2005 yılında DC Comics etiketiyle yayınlanmış 9 sayılık bir mini seriden oluşan çizgiroman uyarlaması da mevcutmuş.

Yengeç Gemisi - Takici Kobayaşi

  Yordam Kitap tarafından basılmış bir manga Yengeç Gemisi, ya da orijinal adıyla Kanikôsen. Yazarı Takici Kobayaşi (1903 - 1933), 1920'lerde yükselen Japon proleter hareketinin önemli isimlerindenmiş ve hayatını işkence altında kaybetmiş. İlk kez 1929 yılında basılan eser, 2008 yılında manga olarak yayınlanmış. Öykü 1920'li yılların sonlarında Japonya'nın kuzeyindeki Hokkaido Limanı'ndan soğuk denizlere açılan bir yengeç gemisinde geçiyor. Yengeç gemisi diyoruz ama, bu gemi yüzen bir fabrika da aslında. Yengeçler toplandıktan sonra bu gemilerde işleniyor, kutulanıyor ve Japon ordusunun yiyecek ihtiyacını karşılamak için gönderiliyor. İşçi taşeronlarının eline düşmüş yoksul insanlarda bu gemide insanlık dışı koşullarda çalışmak zorunda kalıyor. Fırtınalı bir günde denizde kaybolan bir av takasındaki bir grup işçi bir Sovyet gemisince kurtarılıyor. Burada geçirdikleri günlerde yepyeni bir sınıf bilinci ve mücadele arzusu ile dolan işçiler, kendi gemilerine döndüklerinde başkaldırıyorlar.
  Kendi türündeki pekçok öyküde olduğu gibi Kanikôsen'de de basite indirgenmiş olaylar, karikatürize tiplemeler, propagandist bir dil mevcut. Buna manganın pek hazzetmediğim kendi abartılı anlatım tarzı da eklenince pek de sevdiğimi söyleyemeyeceğim bir eser ortaya çıkmış. Yine de farklı bir tat olarak okunabilir.  


Levent Cantek'in daha detaylı değerlendirmesini de buradan okuyabilirsiniz.

Sunday, August 29, 2010

Obtest

  Obtest'i 2008 tarihli Gyvybės Medis albümüyle tanıdım. Biraz araştırınca gördüm ki, aslında bayağı tarihi olan bir grupmuş. Kuruluşu 1992'ye kadar gidiyor, önceleri bir death metal grubu olarak ortaya çıkmışken zamanla pagan/black metal'e kaymışlar. Litvanya, Vilnius kökenli dört elemandan müteşekkil. Şarkılar da neredeyse tamamen Litvanya dilinde (Litvanyaca kulağıma pek doğru gelmedi, ama araştırmaya da üşendim şimdi). Söylenenlere göre şarkı sözlerinin içeriğini de Litvanya mitolojisi, savaş, Hristiyanlık karşıtlığı gibi temalar oluşturuyormuş çoklukla.


  Gyvybės Medis albümünü yukarıda bahsedilen türlerin hiçbirine oturtamadım kafamda, belki en geniş tanımıyla power metal denebilir. Ama tür tartışmasını bir kenara bırakırsak çok güzel bir albüm Gyvybės Medis... Hatta son yıllarda dinlediğim en iyi metal albümü olduğunu bile söyleyebilirim. Rus Kuvalda'dan sonra playlist'ime bir eski Doğu Bloku ülkesi grubu daha katılmış oldu böylece... Devamını bekliyorum.

İngilizce resmi siteleri

Friday, August 13, 2010

Lost İçin Son Söz (2)...

Lost için son söz dedik ama, Hurley ile Desmond'a veda etmemek içime sinmedi. Kendilerine has karakterlerinin yanında olayların gelişiminde oynadıkları önemli rol - ki hep Sawyer, Jake, Kate gibi daha popüler karakterlerin gölgesinde kaldılar -, onları daha bir sevmemi sağlamıştı.

Önce Desmond için bir alkış...


Bir alkış da Hurley için...


Tuesday, August 10, 2010

The Last Airbender

Avatar: The Last Airbender 2005 yılında Nickeledeon kanalında yayınlanmaya başlanan bir çizgi dizi. Hava, su, toprak ve ateş uluslarının yaşadığı ve her ulusun adını taşıdığı 'temel element' in güçlerini kullanmak için kendisine özel tekniklere sahip olduğu bir dünyada geçiyor hikaye. Ateş ulusu diğerlerine saldırınca da onları durdurma görevi dört elementin gücünü de kontrol etme yeteneğine sahip Avatar'a düşüyor. Avatar olması için eğitilen hava ulusundan Aang ise kendisine yüklenen sorumluluklardan bunalıp uçan bizonu Appa ile kaçıyor. Sonrasında da bir fırtınaya yakalanıp su altında kalıyor ve donuyor. Aradan 100 yıl geçiyor, biz de öyküyü bu noktadan itibaren izlemeye başlıyoruz. Güney su kabilesinden Sokka ve Katara adlarında iki kardeş Avatar'ı buzlardan kurtarıyor. Artık Aang, Sokka ve Katara ile yollara düşüp hem bir Avatar olma yolunda eğitimini tamamlamak, hem de ateş ulusunu durduracak mücadeleyi başlatmak zorunda.


M. Night Shyamalan'ın çizgi seriyi sinemaya aktarmak istediği uzun zamandır biliniyordu. Ancak son yıllarda filmografisi tepetaklak giden, en son 'The Happening' faciasından sonra ise yerin dibine batırılan Shyamalan'ın ismi serinin fanları nezdinde pek de makbul görülmüyordu. Sonuçta Shyamalan 'The Last Airbender' adıyla çizgi serinin sinema versiyonunu çekti. Kıyamette ondan sonra koptu. 'Avatar: The Last Airbender' ın IMDB puanı 9.3, 'The Last Airbender' ınki ise 4.3. Daha fazla söze gerek var mı?
Eğer Shyamalan'ın ismi söz konusu olmasa veya Avatar bunca hayranı olmayan başka bir çizgi film olsa bu kadar ses çıkmazdı herhalde. Diğer uyarlamaların pek çoğu gibi sessiz sedasız gelir ve giderdi. Ben de sinema koltuğumda oturur, bomboş bir kafayla perdeye bakarak bir buçuk saat geçirir, sinemanın kapısından çıkar çıkmaz da aklımdan uçup giden film hakkında birşeyler yazmak için çabalamazdım. Ama yapacak birşey yok, duty calls.


Gelelim filme, boşluklarla dolu bir senaryo var karşımızda. Shyamalan, Avatar'ın ilk sezonundaki yirmi bölümü bir buçuk saatte anlatabilmek için olayları o kadar hızlandırmış ki, bir yerden sonra komik geliyor insana. Resmen daldan dala atlanmış. Ama Peter Jackson da koca kitabı filme çekti ve böyle bir sorun yaşamadık kendisiyle, yani yapan yapıyor, yani bahane değil bunlar. Avatar'ın büyük bir hayranı sayılmam ama, izlediğim bölümlerden hatırladığım Aang karakteri de daha bir sevimli ve afacandı. Filmin Avatar'ı ise fazlasıyla olgun. Sokka'nın şapşallığından ise eser yok. Diğer karakterler ise nispeten fena değildi bence, ama gördüğüm kadarıyla fanlar onlardan da pek hoşlanmamış. Tabii, efektler güzel, zaten bir onlar var galiba iyi diyebileceğim. Ha, son bir nokta, kendinizi bu filmi 3D izlemem lazım diye kasmayın, 3D filme kestra birşey katmıyor.
Sonuç, kısaca, yeni bir Shyamalan faciası. Kendisi artık bu işleri bıraksa hem kendisine hem dünyaya bir iyilik yapmış olacak galiba...

Friday, August 6, 2010

Samsung Wave

Uzun zamandır elime aldığım en 'güzel' telefon herhalde Samsung s8500 Wave. Tek parçadan oluşmuş gibi duran gövdesi son derece şık, ama asıl ekranı açılınca - sunduğu mükemmel görüntü ile - etkileyiciliği bir kat daha artıyor.
Herşeyden önce Wave'in en büyük artısı yeni Super AMOLED teknolojisi kullanılmış ekranı. Son derece parlak ve kaliteli bir görüntü sunan bu 3,3'' (43x72 mm) lik yeni ekran, testlerde düşük enerji kullanımı ve gün ışığında dahi rahat kullanılabilmesi ile de öne çıkmış. Dokunmatik ekranı da son derece duyarlı, en hafif dokunuşları bile hissedebilyor.

İşletim sistemi olarak ise açık kaynak kodlu yeni BADA kullanılmış. Forumlarda Wave'in en fazla eleştirildiği noktada bu, çünkü mevcut uygulamaların sayısı şu an itibariyle oldukça sınırlı. Ancak Samsung'un kullanıcı arabirimi TouchWiz 3.0 ile donatılmış BADA ilk izlenim itibariyle olumlu bir etki bırakıyor, çok sayıda kişiselleştirme seçeneği ve kolay kullanımı ile kullanıcıları kendisine çekmesi zor değil. Ayrıca tüm sosyal ağları ve telefon özelliklerini 'Social Hub' adı ile tek bir uygulama altında birleştirmesi de akıllıca. 
1 GHz ARM Cortex A8 işlemci kullanılmış Wave'in diğer önemli özellikleri çift LED flaşlı 5.0 MP kamerası, 1280 x 720 piksel çözünürlükte video çekimi yapabilmesi, 7,5 saate varan konuşma süresi sağlayan bataryası. Dahili hafızası 2 GB, hafıza kartı ile 32 GB'a kadar artırılabiliyor.
Ayrıca Bluetooth 3.0 ve Wi-Fi 802.11n teknolojilerini destekleyen ilk telefon ünvanı da Samsung Wave'in olmuş.
Bir HTC fanatiği olarak beni bile oldukça etkiledi Samsung Wave. HTC HD'nin yeni modelinde aradığımı bulamazsam ilk tercihim olabilir.

Wednesday, August 4, 2010

Tablet PC

Malumunuz, bilgisayar dünyasının yeni yıldızları tablet PC'ler. Rahatça yanımızda taşıyabileceğimiz, asgari günlük ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek bir bilgisayar herkesin hayali sonuçta. Bilgisayar teknolojisi de en küçük ve taşınabilir formda, istediğimiz yerden internete girebileceğimiz, medya uygulamalarını çalıştırabileceğimiz, hatta kitap okuyabileceğimiz bu tarz cihazları bize sunabilecek kıvama gelmiş görünüyor. Şahsen ben, yıllarca sırtımda taşımak zorunda kaldığım 2 küsür kiloluk dizüstü bilgisayarımı evde bırakmayı ve küçücük bir tablet PC'yi yanıma alıp evden çıkabileceğim günleri hasretle bekliyorum. Dizüstü bilgisayarların minyatür bir kopyası gibi görünen netbook'lar ve en büyüğü bile 4 inch civarında bir ekran sunabilen smartphone'lardan çok daha ergonomik bir izlenim yaratıyorlar çünkü...
Çoğu büyük üretici tablet PC modellerini piyasaya sürmek için harıl harıl çalışıyor bugünlerde. Apple'ın iPad'inin rüzgarı oldukça kuvvetli esiyor çünkü. Raflara çıkan ilk dikkat çekici ürün Archos'un Archos 7 Home Tablet'i. 600 Mhz Rockchip RK2808 mikroişlemci kullanan, 7'' 480x800 TFT ekrana sahip cihazın işletim sistemi ise Android 1.5. 8 GB depolama alanı var. Ayrıca WiFi ve Bluetooth kablosuz bağlantı, microSD/SDHC kart girişi de mevcut.


Bir diğer tablet PC haberi ise Samsung'unki. 11 Ağustos'ta duyurulması beklenen ve isminin Galaxy Tab olacağı rivayet edilen cihazın Android tabanlı, ARM temelli işlemcili, TouchWiz kullanıcı arayüzü destekli, 7'' ekranlı olacağı söyleniyor. Detaylar henüz belirsiz, ama merakla bekliyorum.

Thursday, July 29, 2010

Kara Kule - Eve Giden Yol

  Altın Kitaplar Kara Kule çizgiromanlarını yayınlamaya devam ediyor. Dizinin ikinci kitabı 'The Dark Tower - The Long Road Home', 'Kara Kule - Eve Giden Yol' adıyla raflardaki yerini aldı. Roland ve arkadaşlarının ilk seri olan 'Silahşör'ün Doğuşu' ndaki maceralarının bir devamı niteliğinde olan 'Eve Giden Yol', ka-tet'in Mejis Baronluğu'ndan Gilead'a dönüş yolunda yaşadıklarını anlatıyor.
Yaratıcı kadro da aynı, Robin Furth'un yazdığı, Peter David tarafından senaryolaştırılmış çizgiromanın çizerleri Jae Lee ve Richard Isanove. Stephen King ise yönetici sıfatıyla yer almış projede.

Lost İçin Son Söz

Uzun zamandır Lost üzerine bir iki kelam edeyim diyorum, ama açıkçası ne diyeceğimi pek bilemediğim için elim klavyeye gitmedi. Ben de, herkes gibi, final bölümü sona erdiğinde derin bir hayal kırıklığı yaşadığım, hadi daha net olalım, kendimi kandırılmış hissettiğim için herhalde...
Açıkçası neredeyse beş yıldır bilfiil takip ettikten, ada ile onlarca teori okuyup 'ada nedir?' sorusuna kafa yorduktan sonra hiçbir cevap alamamak biraz koyuyor adama. Tek tam anlamıyla açıklama getirilen nokta flash-sideways'in ne olduğu herhalde. Ada ile ilgili diğer merak edilenler ise - tabii bir açıklama varsa - son günlerde sıkça lafı edilen Abrams ve Lindelof'un bir sinema filmine kalmış gibi. Eh, ceplerini biraz da sinema salonlarında doldurmak peşinde gençler herhalde...
Neyse, lafı kısa keseyim de daha fazla sinirimi bozmayayım. Zaten söylenecek herşey söylendi herhalde.
Lost final sezonu üzerine detaylı bir incelemeyi buradan okuyabilirsiniz.

Friday, July 9, 2010

Foto! (2)


Bu kadar Battlestar Galactica'dan bahsetmişken onun selefini anmamak da olmaz. İşte ilk Galactica'nın Apollo ve Starbuck'ı, askerlik hatırası tadında karşınızda... Ve evet, Starbuck o zamanlar erkekti!

So Say We All!

  Hiç çekinmeden izlediğim en güzel dizi diyebilirim Battlestar Galactica (BSG) için. Doğruyu söylemek gerekirse yeniden çekileceğini ilk duyduğumda - o dönemden aklımda kalanlar sadece Apollo, Starbuck gibi isimler ile gözlerinin yerinde gidip gelen kırmızı ışıklar olan, 'saylon' denilen robotlar olsa da - epeyce bozulmuş, 'dokunmayın çocukluk anılarıma' tripleri yapmıştım kendi kendime. Ama birgün, şans eseri bir bölümünü izledikten sonra bağımlısı oldum, hemen bütün bölümlerini bulup baştan izlemeye başladım. Son sezonun son bölümüne kadar da aynı zevkle izlemeyi sürdürdüm.
  ABD'de ilk kez 14 Ocak 2005'te yayınlanan ve toplamda 73 bölüme ulaşan BSG'nın hikayesi, insanların yaşadığı Oniki Koloni'nin kendi yarattıkları robotlar, yani Cylon'lar, tarafından saldırıya uğraması ile başlıyor. Milyarlarca insan ölüyor, kalan yaklaşık 50,000 kişi ise, artık emeklilik yaşına gelmiş eski bir savaş gemisi olan BSG önderliğinde bir filo ile uzayda bir yandan Cylon'lardan kaçıyor, bir yandan kendilerine yeni bir ev arıyor. Zamanla, insanlığın ilk ortaya çıktığı ve hakkında sadece dinsel metinlerde kapalı ifadelerin olduğu Dünya'nın, kimi zaman mistik yönlere de kayan arayışına dönüşüyor bu yolculuk.


  Basit bir bilimkurgu hikayesi olabilecek bu malzeme öyle kullanılmış ki, BSG'nın bu uzun yolculuğu gündelik hayatımızın kapsamlı bir sorgulamasına dönüştürülmüş. Bu dev uzay gemisi ve onun eşlikçilerinde yaşanan olaylar hergün gördüğümüz, yaşadığımız olaylardan hiç farklı değil; filonun enerji gereksinimini sağlayan gemideki işçiler greve gidiyor, yapılan seçimlerde istediği aday seçilmediği için asker yönetime el koymaya çalışıyor, yeni bir din ortaya çıkıyor ve dinsel çatışmalar yaşanıyor, karaborsaya düşen ilaçlar yüzünden insanlar ölüyor, hainler kahraman, kahramanlar hain, dostlar düşman, düşmanlar dost oluyor... Derinlikli işlenmiş karakterler de inandırıcı, hiçbiri burnundan kıl aldırmayan gerçeküstü tiplemeler değil, acı çeken, ağlayan, sevinen, inanan, inaçlarını sorgulayan sıradan insanlar. Öyle ki, izleyici de BSG mürettabatının bir parçası haline geliyor zamanla. Belki de bu yüzden dizi fanları arasında en tutkulu olanlar BSG'ninkiler...
  İlginç bir nokta da din konusu. İnsanların çok tanrılı dinine karşı Cylon'ların tek tanrılı bir dini var ve eylemlerinin çoğunu bu tek tanrı adına yapıyorlar. Özellikle 3. sezon başında, insanların yerleştiği New Caprica adlı gezegeni işgal eden Cylon'ların yarattığı görüntüler - ki ABD'nin Irak İşgali'ne benzerliği tartışılmaz - Medeniyetler Çatışması tezlerine bir gönderme sanki...
  Oyunculara gelince, Amiral William Adama rolündeki Edward James Olmos, Başkan Laura Roslin rolünde Mary McDonnell, Kara Thrace (Starbuck) rolünde Katee Sackhoff, Lee Adama (Apollo) rolünde Jamie Bamber, Dr. Gaius Balthar rolünde James Callis ve Number Six olarak izlediğimiz Tricia Helfer gerçekten unutulmaz performanlar sergiliyor.
  Özellikle 4. sezonun son bölümlerinde tepe yapan heyecan neredeyse bir sonraki bölümü bekleyemez hale getirmişti beni. Galactica'nın artık sızlayan yaşlı kemiklerinin isyan etmesi, hem Cylon'ların hem insanlığın son umudu bir çocuk için ezeli düşmanların ittifak yapması ve peşinden gidilen bir intihar görevi, opera rüyasının muhteşem bir sona bağlanması, Adama'nın gözyaşları... Özlüyorum Battlestar Galactica'yı, yerine koyulabilecek kalitede bir dizi de bulamıyorum.

BSG için detaylı bir zaman çizelgesi...

Wednesday, July 7, 2010

Kara Kule - Silahşör'ün Doğuşu

  Stephen King'in Kara Kule Evreni'ne görsellik kazandıran Marvel Comics etiketli çizgiroman serisi Türkiye'de Altın Kitaplar Yayınevi tarafından basılmaya başlandı. 2007 yılında yayınlanmış toplam yedi sayılık ilk miniseri olan 'The Dark Tower: The Gunslinger Born' un Türkçe basımı 240 sayfalık tek cilt olarak yapılmış, ikincisi olan 'The Dark Tower: The Long Road Home' da yoldaymış.
  Roland Deschain'in silahşör oluşu ve babası tarafından arkadaşları Alain ve Cuthbert ile Mejis Baronluğu'ndaki Hambry'ye yollanması sonrasında başından geçenler anlatılıyor bu ilk miniseride. Daha çok ilk kitap 'The Gunslinger' ve dördüncü kitap 'Wizard and Glass' a çeşitli göndermeler yapılan, Roland'ın hayatının bilmediğimiz bir dönemi anlatılıyor.
  Öykü Robin Furth tarafından yazılmış, senaryo ise Peter David'e ait. Çizimler Jae Lee'nin elinden çıkmış, Richard Isanove de renklendirmeleri yapmış. Stephen King ise yönetici sıfatıyla yer alıyor çalışmada.
  Göze hitap eden, gösterişli sayfalarıyla dikkat çekici bir çizgiroman. Ama hem hikaye hem de çizimleri bana ilk okuduğum günden beri biraz ruhsuz geldi. Sanki Jae Lee'nin kitabın sonunda görme mutluluğuna eriştiğimiz orijinal eskizleri, abartılı renklendirme olmadan, çok daha etkileyici olurmuş, sanki King hikayeye biraz daha katılsa çok daha doyurucu olabilirmiş gibi geliyor bana. Bir de tabii Altın Kitaplar, orijinal kitapların son kısımlarındaki Kara Kule Evreni'ni oldukça detaylıca anlatan bölümleri almamakla ayıp etmiş Kara Kule fanlarına...

Thursday, July 1, 2010

Adam Çözmüş...

Malumunuz, iPhone 4, özellikle sol elle yapılan aramalarda, antenin kapanmasından dolayı erişim problemleri yaşıyormuş. Apple'ın ticari tavrından hiç hazzetmeyen ve her türlü Apple ürününden uzak durmaya yeminli biri olarak beni fazla da ilgilendirmiyor bu mevzu. Ama aşağıdaki öneriyi görünce kendimi tutamadım. Adam çözmüş harbiden...

Monday, May 31, 2010

AC/DC - It's A Long Way To The Top (If Ya Wanna Rock And Roll)

- Soruyorum. Ama bak, düşünmek yok, hemen cevap vereceksin...
- Tamam dedik ya...
- Dinlediğin en güzel şarkı?
- AC/DC'den 'It's A Long Way To The Top'.

Düşünme fırsatım olsa yine bu şarkıyı seçer miydim? Bilmiyorum. Üstelik çok uzun zamandır dinlememiştim bile. Ama anlaşılan biliçaltımda düşündüğümden çok daha derin bir iz bırakmış.
O zaman tüm rockseverler için gelsin, hem de görüntülü olarak. AC/DC'nin 1976 tarihli High Voltage albümünden, Bon Scott'ın sesiyle...



Zorunlu edit: YouTube gene yasaklı, video da ulaşılamaz olmuş. Dursun böyle, gelecek nesillere eğlence malzemesi olur. 2010 Türkiye'sine bakıp bakıp gülerler...

Sunday, May 16, 2010

Horns Up To Heaven For Dio

Ronnie James Dio'yu da kaybettik.
Heavy Metal dünyasının en güçlü vokalistlerinden ve en iyi şarkı yazarlarındandı. Black Sabbath, Rainbow, kendi grubu Dio ve en son eski Black Sabbath elemanlarıyla oluşturduğu Heaven & Hell ile Heavy Metal'i bir tür olarak var eden ve rotasını belirleyen en önemli isimlerden oldu yıllarca, 'devil's horns' O'nun ellerinde metalhead'lerin simgesi haline geldi. Karanlık, ama son derece şiirsel şarkı sözlerine tezat sempatik ve neşeli kişiliği ile metal camiasının en sevilen isimlerindendi...
68 yaşındaydı, mide kanserine yenildi.
İtalyanca tanrı anlamına gelen Dio'yu isim olarak kullandı hep, ve bugün metal dünyasının tanrılarından biri öldü gerçekten.


Wednesday, May 12, 2010

Çizgi Roman Dünyası'nda Yaprak Dökümü...

İnsanları ancak ölüm haberleri ile hatırlar olduk maalesef...
Yakın zamanda büyük usta Turhan Selçuk'u kaybettik, pekçok yayında karikatürist olarak nitelense de Türk Çizgiromanı'nın önemli isimlerindendi aynı zamanda kendisi. Abdülcanbaz gibi ölümsüz bir karakterin yaratıcısıydı. Politik tavrı ile de sanatçı duruşunun nasıl olması gerektiğinin bir abidesi olmuştu hayatı boyunca.
1922 Milas doğumlu olan Turhan Selçuk Akbaba, Yön gibi dergilerden sonra uzun yıllar Milliyet, Akşam ve en son da Cumhuriyet gazetelerinde çalıştı. Abdülcanbaz tiplemesi sinema ve tiyatroda da canlandırıldı, hatta 1991 yılında posta pulu üzerine basıldı. Pek çok ödül kazanan, dünyanın farklı yerlerinde sergiler açan Selçuk, 1997 yılında da 'Cumhurbaşkanlığı Büyük Sanat Ödülü' nü aldı. 1992 yılında Dışişleri Bakanlığı'nın önerisi üzerine hazırladığı 'İnsan Hakları' konulu sergisi Avrupa Konseyi'nin desteğiyle önce Strasbourg'da açıldı ve 1997'ye kadar Avrupa'nın çeşitli kentlerinde ve Güney Afrika'da izlenime sunuldu.
11 mart 2010'da hayata veda etti. Toprağı bol olsun.
 
 
Çizgiroman Dünyası için bir önemli kayıp haberi de iki gün önce Amerika'dan geldi. Ünlü çizgiroman sanatçısı, fantastik ve bilimkurgu çizgiromanlarının büyük çizeri Frank Frazetta'yı kaybettik. 1928 doğumlu olan Frazetta, genç yaşlarından itibaren çizgiroman piyasasında yer almış, albüm ve kitap kapakları, posterler yapmış. Bizim Süper Korku dergilerinden, özellikle Vampirella ile aşina olduğumuz eserlerinde barbarları, canavarları, güzel kadınları olağanüstü bir gerçeklikle resmetmiş, fantastik bir dünyayı gözümüzde canlandırmıştı. Kendisinden sonra gelen pekçok sanatçıyı da etkileyen Frank Frazetta 10 Mayıs 2010 günü 82 yaşında geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.





Usta'nın eserlerinden bazılarını görmek için tıklayın...

Saturday, April 10, 2010

Fumetti (2) - EsseGesse

İtalyan Çizgiromanı'nın Türkiye'de en bilinen temsilcileri Teksas, Tommiks, Kaptan Swing gibi serilerin yaratıcıları, esseGesse adıyla bilinen bir çizgiroman grubudur. Aslında EsseGesse ifadesi grubu oluşturan Pietro Sartoris (esse, 1926 - 1989), Dario Guzzon (G, 1926 - 2000) ve Giovanna Sinchetto (esse, 1922 - 1991) 'nun soyisimlerinin başharflerinin İtalyanca okunuşundan gelir. Uzun yıllara yayılacak beraberlikleri öncesi, her ikisi de öğretmen olan, ancak mesleklerini hiç icra etmeyen Sartoris ve Guzzon Taurinia Yayınevi için çalışırken tanışırlar, haftalık Piccina dergisinde Sartoris öykü ve senaryolar yazarken Guzzon da (Guy takma adıyla) kapak ressamlığı yapmaktadır. İkili, yine bu dergi için (Sargu ismiyle) Tarman ve Carnura adlı dizileri de hazırlar. Ancak yayınevi kapanınca İtalyan Çizgiromanı'nın merkezi Milano'ya gitmeye karar verirler ve burada Alpe Yayınevi'nde çalışmaya başlarlar. Sinchetto ise uzun yıllar şimdinin Telecom Italia'sı Stipel'de teknik ressamlık yapmış, sonrasında çizgiroman piyasasına girmiş. İlk işi, Della Casa için çizdiği, Fulmine Mascherato olmuş. Bu dönemde bir arkadaşları vasıtasıyla tanışan Sartoris, Guzzon ve Sinchetto beraber çalışmaya karar verdiklerinde çizgiroman tarihinin en ünlü üçlüsünü de oluşturmuş oldular. Beraber ilk çalışmaları La Gazzetta dei Piccoli'de yayınlanan Olenwald (Hal Foster'ın ünlü Prens Valiant'ından esinlenmiş bir çizgiroman) 'in dört mecarası üzerine idi, ama ilk önemli işleri 1950 tarihli Kinowa'dır. Bir yıl sonra yayınlanmaya başlanan Capitan Miki (Yüzbaşı Tommiks) ile de esseGesse ismi çizgiroman tarihine yazılır. Capitan Miki ile Sartoris, Guzzon ve Sinchetto yıllarca kullanacakları formülün de ilk başarılı denemesini yapmış olurlar; bir kahraman ve onun çoğu zaman komik özellikleri öne çıkan, ama yeri geldiğinde en zor işlerin altından kalkabilecek, genelde zıt karakterde veya kültürel açıdan birbirinin karşıtı iki yakın arkadaşından oluşan üç kişilik grupların maceralarının anlatıldığı seriler. Formülün ikinci başarılı denemesi de 1954'te Il Grande Blek (Teksas) ile olur, yüksek satış rakamlarına ulaşan bu iki seriyi 1965'e kadar sürdürürler (bu tarihten sonra Fransız çizerler serileri devralır). 1965'te Alan Mistero (Tom Braks) başlar, ki herhalde üçlünün en başarısız işi olur. Ama arkasından gelen Commandante Mark (Kaptan Swing) bu başarısızlığı unutturur. Sartoris'in 1989'daki ölümünden bir yıl sonrasına kadar yayınına devam eden Commandente Mark, Sinchetto'nun da ölümünden sonra, Guzzon tarafından özel albümlerde (toplam 13 tane) yaşatılmaya devam eder. 2000'de Guzzon'un da ölümüyle esssGesse efsanesi sona erer.
Kinowa Konvoylarına saldıran Kızılderililer tarafından karısı öldürülen, oğlu kaçırılan ve kendisi de kafatası yüzüldükten sonra ölüme terkedilen (ama tabii ki ölmeyen) Sam Boyle'un bir yandan sıradan bir ordu izcisi görünümünde yaşadığı, diğer yandan korkutucu bir maske ile 'vahşi' Kızılderililer'le mücadele ettiği ikili hayatı anlatılır Kinowa'da. İlerleyen maceralarda Kızılderililer tarafından kaçırılmış olan oğlunun Silver Jack adıyla bir Kızılderili gibi büyütüldüğünü öğrenmesi ile oldukça karmaşık duygular yaşayacaktır Sam Boyle. Neredeyse ırkçılığa varan söylemi, şiddet sahnelerindeki rahat tavrı ile döneminin diğer çizgiromanlarından, özellikle esseGesse'nin sonraki dönemlerdeki çizgiromanlarından oldukça farklıdır Kinowa. Dardo Yayınevi tarafından basılan, yazar Andrea Lavezzolo (andrew Lawson adnı kullanmaktadır) 'nun yarattığı Kinowa'yı önce esseGesse ekibi çizmeye başlamış, kısa süre sonra bayrağı onlardan Pietro Gamba devralır. 1990'lara kadar değişik format ve seriler halinde yayını devam etmiş. 2000 yılında ise, Ermes Senzò'nun yazdığı ve Yıldırım Örer'in çizdiği 'Il Ritorno di Kinowa' başlıklı özel sayı yayınlandı. Ama 1950'li yıllarda Türkiye'de Ceylan Yayınları tarafından basılmış ve büyük ilgi çekmiş Kinowa'nın bizimle alakası Yıldırım Örer'le sınırlı değil, 1959'da başlamış, yine aynı yayınevi tarafından yayınlanmış fotoroman serilerinin yanında, 1970'lerde Çetin İnanç tarafından yönetilmiş Kinova, Kara Şeytan, Kamçılı Kadın adlı filmlerde Kinowa (ya da Kinova) adlı bir karakter mevcut. Ama izleyenler bunun çizgiromanlardan tanıdığımız Kinowa karakterine pek de benzemediğini söylüyorlar. Kinowa biz de en son 2000'lerde Demirbaş Yayıncılık ve Aksoy Yayıncılık tarafından albüm formatında basıldı.
Capitan Miki Bizde bilinen adıyla Tommiks. Nevada'daki Fort Coulver (bizde Kulver) kalesinde bir ranger olan Tommiks genç yaşına (sadece 15 yaşındadır) rağmen kısa zamanda büyük başarılara imza atar ve yüzbaşılığa kadar yükselir, ne hikmetse ondan sonra ağzıyla kuş tutsa bir daha terfi alamaz (bunun sebebinin Türkçe çevirilerde albay olarak geçen kale komutanının orijinalinde rütbesinin binbaşı olması ve bu sebeple Tommiks'i kendi rütbesine yükseltmesinin mümkün olmaması olduğu söyleniyor bazı kaynaklarda). Dostları Rhum Doppio (Konyakçı) ve Doktor Salasso ile kanunun ve düzenin yılmaz bekçisi olarak kötülere karşı savaşır. esseGesse ekibinin 1951'de yarattığı ve yine Dardo Yayınevi'nce basılan Capitan Miki 1955'te Ceylan Yayınları tarafından Türkiye'ye getirilmiş. Tommiks ismini bulan da o dönemki kapakları da çizen Samim Utkun olmuş. Ceylan sonrasında, Tay, Ecem ve Aksoy'da Türkiye'de Tommiks'i yayınlayan diğer yayınevleri. Son olarak 2004'te ise Hoz Comics renkli olarak Tommiks'i bastı.
Il Cavaliero Nero 1953 yılında Bonelli ile esseGesse ekibinin ilk ortak çalışması olarak ortaya çıkan bu çizgiromanın senaryolarını da G. L. Bonelli yazmış. Ancak ekip Dardo Yayınevi sahibinin başka bir yayınevi ile çalışmalarına tepki gösterince çizimleri Virgilio Muzzi'ye bırakarak projeden çekilmek zorunda kalmış. Bir demiryolu şirketinin güvenlik elemanı olarak çalışan Frisco Smith'in maceralarını anlatan çizgiroman bizde de Kara Süvari adıyla 1961 yılında Kartal gazetesi'nde basılmış.
Il Grande Blek Bizde Teksas adıyla bilinir. esseGesse'nin 1954'te yarattığı ve yine Dardo Yayınevi'nce yayınlanan seri 1956'da Ceylan Yayınları tarafından Türkiye'ye getirilmiş. Teksas ismini de (herhalde daha çok ilgi çekeceğini düşündüğü için) yine Samim Utkun vermiş (oysa çizgiromanda bildiğimiz Texas'la ilgili hiç birşey yok, hikaye de Boston, Portland bögesinde geçiyor). Il Garnde Blek, 18. yüzyılın son çeyreğinde, Amerikan Kolonileri'nin İngilizler'e karşı verdiği Bağımsızlık Savaşı döneminde geçer. Çizgiromanın kahramanı olan Çelik Bilek (Blek Magicno), arkadaşları Profesör Oklitus (Occultis) ve Rodi (Roddy) ile Kırmızı Urbalılar'a, yani İngilizler'e karşı savaşır. 1965 yılında Dardo yayınevi ile esseGesse arasında ipler kopunca seri Fransız Lug Yayınevi tarafından devralınır, bu tarihten sonra Marcel Navarro'nun senaryoları ve Yves mitton'un çizimleri ile yayınlanır. Türkiye'de ise, Ceylan sonrası dönemde, tıpkı Tommiks gibi, Tay, Ecem ve Aksoy siyah beyaz, Hoz Comics de renkli ve kuşe kağıda basılı olarak Teksas'ı yayınlamıştır. 
Alan Mistero Ülkemizde Tom Braks adıyla yayınlanmıştır, Fransa'da ise Ombrax adıyla bilinir. Bonelli Ailesi'nin Araldo Yayınevi tarafından basılan Alan Mistero Vahşi Batı'da adaleti sağlarken - tabii ki - çok iyi kullandığı tabancalarının yanısıra kılık değiştirme yeteneğini de kullanan bir kahramandır. O'nun da yanından ayrılmayan ve daha çok komedi unsuru olan iki arkadaşı vardır, Tonton (Polpetta) ve Baron (ancak orijinalinde kont olarak geçer). esseGesse Üçlüsü, 1965'te başladıkları seriyi pek yüz güldürücü olmayan satışları ve bir yıl sonra çıkardıkları Il Commandente Mark için devretmiş, Alan Mistero başka yazar/çizerlerin elinde varlığını epeyce bir zaman daha sürdürmüş. Türkiye'ye 1969 yılında Tay Yayınları tarafından getirilmiş ve uzun yıllar yayını devam etmiş. En son, 2005'te Demirbaş Yayıncılık tarafından yeniden yayınlandı.
Il Commandante Mark (Cap'tain Swing) 1966'da Üçlü'nün olgunluk dönemi ürünü diyebileceğimiz, en başarılı işleri sayılan Il Commandante Mark yayın hayatına başlar. Yine Amerikan Bağımsızlık mücadelesini temel alan öyküde Kaptan Swing dostları Mister Bluff (Mister Blöf) ve Gufo Triste (Gamlı Baykuş) ile, Ontario Kurtları adlı yarı askeri bir grubun başında Kırmızı Urbalılar'a karşı savaşır. Çeşitli yan karakterler ile zenginleştirilen hikaye ilerleyen dönemlerde Swing'in geçmişiyle ilgili ayrıntıların da ortaya çıkması ile daha da sürükleyici olur, bunun karşılığını da yüksek satış rakamları ve yıllarca tükenmeyen okur ilgisi ile alır. Sartoris ve Sinchetto'nun ölümünden sonra Guzzon, çizer Lina Buffolente ile 1999 yılına kadar seriyi devam ettirir. Türkiye'de 1969 yılında İlhami Alpagut adlı yayıncı tarafından basılmış, sonrasında farklı yayıncılar ve yayınevleri tarafından yayını sürdürülmüştür. Son olarak 2000'de Aksoy, 2005'te Hoz Yayıncılık tarafından basılmıştır. Kaptan Swing Türkiye'de sinemaya geçiş yapan çizgiroman karakterlerinden de biri, Korkusuz Kaptan Swing adlı film de Swing'i Salih Güney oynamış.
Bugünün dünyasında esseGesse tarzı çizgiromanların tutulması imkansız, abartılı şiddet sahnelerinden kaçınılan, kullanılan dile (hem gramer hem de kullanılan kelimeler açısından) azami özen gösterilen, sonunda hep iyilerin kazandığı çizgiromanların, ahlak timsali, kusursuz kahramanların çağı çoktan geçti. Bugün esseGesse çizgiromanlarının o zamanki hedef kitlesi 8-15 yaş grubuna bile Teksas, Tommiks naif gelir herhalde. Ama bize zamanında çizgiromanı onlar sevdirmişti. 

Wednesday, April 7, 2010

Laf (1)

'Hepimiz lağım çukurunda yatıyoruz, ama bazılarımız yıldızları seyrediyor.' 
                                           
                                                                                                                    Oscar Wilde

'Asıl açıklanması gereken neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.'
                                                                                                                
                                                                                                                    Wilhelm Reich

Foto! (1)

Friday, February 26, 2010

Superman vs. Batman

Yok, yok, merak etmeyin eski dostlar birbirine girmedi, Gotham City'nin karanlık sokaklarında veya Metropolis semalarında birbirlerine yumruk sallamıyorlar. Kavga, kim daha değerli kavgası.
En iyisi baştan anlatayım. Birkaç gün önce internet sitelerinde/bloglarda bir haber gözüme ilişti. Superman'in ilk kez gözüktüğü Action Comics 1938 Haziran sayısı 1 milyon dolara alıcı bulmuş ve en pahalı çizgiroman ünvanını almıştı. Ama Superman'in sevinci yalnızca üç gün sürdü. Dün Batman'in ilk ortaya çıktığı Mayıs 1939 tarihli Detective Comics 27, 1 milyon 75 bin dolara satılınca bu ünvan Batman'e geçmiş oldu. Zamanında 10 cent'e satılmış bu dergilere 1 milyon dolar veren yiğitlerin adları ise açıklanmadı. Her iki sayıdan da dünya üzerinde 100 tane kadar kaldığı, bunların da ancak birkaç tanesinin iyi durumda olduğu tahmin ediliyor.
Peki kim kazanır? Sanırım Batman, sonuçta işadamı olan o, para işlerinden anlar.

Tuesday, February 23, 2010

HTC HD2

HTC ürünlerine oldum olası bir zaafım var. Özellikle Touch Diamond ve sonrası dönemdeki modelleriyle bence piyasadaki hem teknik hem de estetik olarak en güzel PDA'ları yarattı elemanlar. Touch Diamond'ın en büyük zaafı 2.8 inch'lik ekranın telefonun yapabilecekleri için yeterli alanı sunamamasıydı, sonra HD ile bunu bayağı toparladılar. Şimdi de HD2 ile bir adım daha ileri gitmişler.
Windows Mobile 6.5 Professional işletim sistemi kulllanan HD2 HTC'nin sense arayüzü ile geliyor. 1 GHz saat hızında Qualcomm Snapdragon işlemci, 512 Mb ROM, 448 Mb RAM taşıyan cihaz 120.5 mm uzunluğunda, 67 mm genişliğinde ve sadece 11 mm kalınlığında. Diğer HTC ürünleri gibi sade ve şık tasarımı dikkat çekici. Ama muhtemelen en göze çarpan yönü 4.3 inch (~10,9 cm) 'lik geniş ve yüksek çözünürlüklü (480x800 piksel) WVGA dokunmatik ekranı. Bunlara ek olarak PDA'da ışık ve hareket sensörleri de bulunuyor. Işık sensörü ortamdaki ışık miktarına göre ekran parlaklığını ayarlarken hareket sensörü sayesinde de PDA'yı yatay konuma getirdiğinizde görüntü otomatik olarak yatay hale geçmekte. PDA'nın arka yüzünde 5 megapiksellik otomatik odaklama özelliği olan çift LED flaşlı kamerası da mevcut.
Eksiklerine gelince, özellikle ön tarafta kamera olmaması önemli bir zaaf. Ayrıca TV out özelliği yok.

Teknik özellikleri:

Şebeke: Quadband GSM / HSDPA
EDGE desteği: Var
İşletim sistemi: Windows Mobile 6.5 Professional
İşlemci: 1 GHz Qualcomm Snapdragon
RAM / ROM: 448 MB / 512 MB
Boyut ve ağırlık: 120.5 x 67 x 11 mm / 157 gram
Ekran: 4.3 inç, 480x800 piksel, dokunmatik, kapasitif
Bellek: microSD desteği
Kamera: 5 Megapiksel, otomatik odaklama, çift led flaş
FM radyo: Var
3.5 mm jak girişi: Var
Bluetooth: Var, v2.1 + A2DP
WI-FI: Var, 802.11 b/g
GPS: Var, A-GPS desteği
Batarya: 1230 mAh lityum iyon

Daha detaylı bilgi için...

Friday, February 19, 2010

Fumetti (1)

Fumetti kelimesi İtalyanca dumancık, bulutçuk anlamlarına gelen fumetto'nun çoğuludur. Ama daha çok İtalyan kökenli bütün çizgiromanların ortak adı olarak kullanılıyor (fumetto da bazen aynı anlamda kullanılabiliyor), bu da konuşma balonlarına yapılan göndermeden kaynaklanmış herhalde. Dünya genelinde çok etkin ve tanınır olmasa da fumetti'ler ülkemizde her zaman pek bir sevilmiş, yayınlanan yabancı kökenli çizgiromanların çoğunu oluşturmuştur. Hatta bizde bir dönem çizgiromanla eşanlamlı kullanılmış 'Teksas-Tommiks' in her ikisi de İtalyan kökenlidir.
İtalya'da çizgiromanın kökleri 19. yüzyılın ortalarına kadar gidiyor. Ancak ABD'de olduğu gibi gazete bandları şeklinde değil de, daha çok gençlere yönelik eğitim ve propaganda amaçlı karikatür ve illüstrasyonlar içeren periyodik yayınlar şeklinde. Tamamen çizgiroman içeren ilk yayın ise 1908 tarihli  Corriere dei Piccoli - Corrierino olarak da bilinir - adlı dergi oluyor (sonrasında Corriere dei Ragazzi adını alarak 1995'e kadar yayınını sürdürmüş), bu dergide yayınlanan Attilio Mussino imzalı Bilbolbul da ilk İtalyan çizgiroman kahramanı olarak tarihe geçiyor. Konuşma balonları yerine altyazı kullanılan dergide Amerikan çizgiromanları da yayınlanmış. Corrierino'nun başarısı, Il Giornaletto (1910), Donnina (1914), L'Intrepido (1920) ve Piccolo mondo (1924) gibi çok sayıda aynı yolu izleyen derginin de doğmasına yol açıyor. Mussolini Dönemi'nde ise çizgiromanın propaganda alanındaki gücü fark edilmiş ve İtalyan Gençliği'ni hedefleyen vatanseverlik, kahramanlık ve İtalyanlar'ın üstün halk olduğu gibi konuları işleyen yayınlar ön plana çıkmaya başlamış. 1939'dan itibaren yerli çizgiromanlar daha ağır kısıtlamalara maruz bırakılırken tüm yabancı  menşeili yayınlar da yasaklanmış (bunun tek istisnası İtalya'da Topolino adıyla bilinen ve Mussolini'nin çok sevdiği Mickey Mouse'muş). Bu dönemin en önemli dergisi, çoğu kişiye göre ilk gerçek İtalyan çizgiroman dergisi olarak da kabul edilen, Jumbo imiş, bu haftalık yayın 1988'e kadar da devam etmeyi başarmış.
II. Dünya Savaşı sonrası yıllar süren baskının ortadan kalkmasıyla yoğun bir çizgiroman üretimi başlıyor İtalya'da. Ancak bu dönemin öne çıkan dergileri yine de ABD orijinli kahramanların maceralarını yayınlayan L'Avventura (1944) ve  Robinson (1945) oluyor. Yerel cephede ise en orijinal çalışmalar, Venedikli bir grup genç sanatçının kurduğu L' asso di Picche adlı dergide görülüyor bu dönemde, Alberto Ongaro, Damiano Damiani, Dino Battaglia, Rinaldo D'Ami ve Hugo Pratt bu grubun en önemli üyeleri.
1948'de bundan sonraki İtalyan çizgiroman piyasasını yönlendirecek bir isim çıkıyor sahneye. Gian Luigi Bonelli, çizimlerini Aurelio Galleppini'nin yaptığı Tex Willer'ın yayınına başlıyor. Tex Willer, Bonelliano adı da verilen, 100 küsür sayfalık, cep kitabı boyutunda ve siyah beyaz çizgiromanların ilk örneği de olmuş. Bonelliano bugün de ülkedeki en popüler format olmayı sürdürüyor. Tex Willer'ı, Zagor (1961), Il Comandante Mark (1966), Mister No (1975) ve Martin Mystère (1982) izlemiş ve Bonelli'nin en büyük İtalyan çizgiroman yayınevi olmasının da yolu açılmış.
Dönemin diğer popüler serileri Diabolik ve onun ayak izlerini takip eden Kriminal ve Satanik serileri olmuş. Kriminal'in yaratıcıları, çizgiroman dünyasının en ünlü ikililerinden Magnus &  Bunker'in Alan Ford serisini de unutmamak lazım. Franco Bonvicini'nin savaş karşıtı Sturmtruppen'i, Hugo Pratt'in ünlü maceracısı Corto Maltese'si, Guido Crepax'ın güzeller güzeli Valentina'sı, bunların etkisiyle daha çok yetişkinleri hedefleyen çizgiromanlara yönelen Milo Manara ve Paolo Eleuteri Serpieri'nin çalışmaları da İtalyan çizgiromanının diğer gurur kaynakları.
Fumetti'ler ne Amerikan çizgiromanları gibi cafcaflı, ne de Frankofonlar gibi elitist, ama kendilerine has sevimli bir havaları  var. Belki bizde bu denli tutulmalarının sebebi de bu. Tabii bir de Türk çizgiroman okurunun alışkanlıklarından vazgeçmekteki isteksizliği, yeni deneyimlere karşı olan tutuculuğu...

Tuesday, February 9, 2010

Yürüyen Adam'a 104 Milyon Dolar

Geçtiğimiz günlerde, bugüne kadar müzayedelerde yapılmış en yüksek fiyatlı sanat eseri satışı gerçekleşti; Alberto Giacometti'nin 'Yürüyen Adam I' adlı heykeli tam 104,32 milyon dolara alıcı buldu. Daha önceki rekor bir Picasso tablosuna aitti ve tablo, Mayıs 2004'te 104,2 milyon dolara alıcı bulmuştu. Alıcının kimliği açıklanmadı, bu da tabii beraberinde epeyce bir polemik getirdi. Sanat eserleri aracılığıyla para aklamak uzun zamandır bilinen bir olgu, şimdi 'Yürüyen Adam' ın çevresinde de böyle bir kuşku bulutu oluşmuş oldu.
Sevdiğim ve eserlerini elimden geldiğince incelediğim nadir heykeltraşlardan biridir Giacometti, tabii ressamlığını da göz ardı etmemek lazım. 1901 İsviçre doğumlu, sanatçı bir aileden geliyor, babası post empresyonist bir ressam olan Giovanni Giacometti, vaftiz babası fovist bir ressam olan Cuno Aimet. Kardeşleri de sanatçı; ona modellik etmiş Diego mobilya tasarımcısı, Bruno ise mimar olmuş. Mısır, Afrika, Okyanusya sanatlarından da etkilenen eserleri sürrealizm, formalizm, ekspresyonizm, kübizm gibi değişik sanat akımlarının kalıpları içinde değerlendirilmiş, ama O'nun derdi gerçekliği sorgulamak olmuş, hep yeni arayışlar peşinde, gerçekle figüratif olan arasındaki çelişkiyi sonuna kadar hissettiren çalışmalarla geçirmiş ömrünü. Heykelleri duygularının bir yansıması olmuş, gördüğü gibi ya da görünmesi gerektiğini düşündüğü şekilde betimlemiş nesneleri. 1966'da hayatını kaybetmiş. Özellikle O'nun incecik figürlerini görünce bugünün estetik anlayışı üzerine ne denli etkili olduğunu farketmemek imkansız, kendisinden sonra gelenler tarafından en fazla taklit edilen sanatçılardan birisidir herhalde Giacometti.
Adının çevresinde kopan ilk fırtına da değil bu, 2007'de Giacometti'nin mirasının idarecisi olan Fransa Dışişleri Bakanı Roland Dumas, miras olarak kalan Giacometti eserlerini varislere bildirmeden bir sanat simsarına satınca yargılanmış, her ikisi de suçlu bulunup varislerinin vakfına 850,000 Euro tazminat ödemek zorunda kalmışlardı.

Monday, February 8, 2010

Conan, Sir Edward Grey


Conan the Cimmerian: The Weight of the Crown (one-shot) Dark Horse Comics etiketli bu tek sayılık öykü, kronolojik olarak aylık Conan the Cimmerian'daki Cimmeria ve Black Colossus hikaye arkları arasında yer alıyor. Conan'ın Kimmerya'dan ayrılmasından sonra Akilonya'nın batı sınırındaki Gaul Vadisi'ne gelmesi, burada emrinde çalıştığı Mad King lakaplı yöneticinin ölmesi, cesareti ve gözü karalığıyla etkilediği halkın isteği üzerine O'nun yerini alması ile gelişen olaylar anlatılıyor. Tabii kendisini zevke, sefaya kaptıran barbarımız bir süre sonra çuvallayor ve karşısına çıkan her sorunu kılıcıyla çözemeyeceğinin ayırdına varıyor.
Öykü Darick Robertson tarafından yazılmış ve çizilmiş.
Dark Horse etiketli Conan serilerinden hiçbir zaman pek hoşlanmadım. Sanırım biraz geçmişte takılmış, Alfa Yayınları döneminde okuduğumuz Barry Smith, John Buscema, Ernie Chan imzalı Conan'ları aşamamış durumdayım. The Weight of Crown, one shot olarak okununca fena bir çizgiroman sayılmaz aslında, ama Dark Horse'un Conan'ı bana eski Marvel Conan'ının tadını vermiyor. Yine de Conan'a uzun süre ara vermiş benim gibiler için 40 sayfalık iyi bir ısınma turu sayılabilir. Robertson imzalı kapağı da özelilkle dikkat çekici...
Sir Edward Grey, Witchfinder: In the Service of Angels Daha önce Hellboy ve B.P.R.D.'de seyrek de olsa arzı endam etmiş 'cadı avcısı' Sir Edward Grey bu sefer kendi dergisi ile karşımızda. Edward Grey biraz Solomon Kane'i andıran bir karakter; dindar bir hareket adamı ve Tanrı'nın adını ağzından düşürmeden O'nun düşmanlarına karşı savaşıyor.
Dark Horse Comics etiketli beş sayılık miniseri Mike Mignola tarafından yazılmış, illüstrasyonlar ise Ben Stenbeck'e ait. Viktorya Dönemi Londra'sında, 1879 yılında geçen ve okült dedektif Sir Edward Grey'in üç gizemli ölümü araştırmasıyla başlayan öykü Sahra Çölü'nün derinliklerine yapılan bir keşif gezisinden getirilmiş gizemli bir yaratığı durdurma savaşına dönüşüyor. Mignola'nın tarzı yine aynı; düşmüş medeniyetler, iblisler, antik silahlar, her türlü paranormal vaka var hikayede. Stenbeck'in çizimleri ise sanki fazla Mignola etkisinde kalmış gibi. Hellboy Evreni'nde çalışan tüm çizerler Mignola'nın ayak izlerini takip etmelidir diye bir kural mı var acaba?
Sir Edward Grey, Witchfinder: In the Service of Angels özellikle Hellboy ve kankalarını okumaktan hoşlananlar için...

Friday, February 5, 2010

En Kötü Filmler

Empire dergisi bir okur anketi ile tüm zamanların en kötü 50 filmini seçmiş, ben de bir 'listesever' olarak kendimi tutamadım ve hemen incelemeye başladım. Empire okurları ilk sıraya 1997 tarihli Batman And Robin filmini layık görmüşler, uygundur kanaatimce, ama 3. sıradaki 'Love Guru' da birincilik için iyi bir aday olabilirdi. Ayrıca yakın dönemde ben de büyük hayal kırıklığı yaratan 'The Happening' ve 'Max Payne' de var listede, mübahtır. Listenin 9. sırasındaki 'Highlander 2: The Quickening' i görünce de bir oh çektim, 'Highlander' gibi kültü sömürüp piç eden bu filme özel bir gıcığım var ne de olsa.
Listedeki çoğu filmin 'hakkıyla' bulunduğu yere geldiği bir gerçek, ama 'Plan 9 From Outer Space' in klasmanı ayrıymış gibi...
Top 10'u da verelim tam olsun:
1. Batman And Robin (1997)
2. Battlefield Earth (2000)
3. Love Guru (2008)
4. Raise The Titanic (1980)
5. Epic Movie (2007)
6. Heaven’s Gate (1980)
7. Sex Lives Of The Potato Men (2004)
8. The Happening (2008)
9. Highlander 2: The Quickening (1991)
10. The Room (2003)

Litenin tamamı...

Uzaya İlk Onlar Gitti...

  12 Nisan 1961'de Vostok 1 uzay aracı ile dünya atmosferinin dışına çıkan Yuri Gagarin, uzaya giden ilk insan olmuştu. Ama Gagarin'den önce dünyamızdan başkaları da uzay boşluğuna açılmıştı, tabii onların isimleri hep Gagarin'in gerisinde kaldı. Sebebi de belli, onlar insan değildi.
  Laika aslında bir sokak köpeğiydi. Ancak elemede eğitimli rakiplerini geride bırakmış, uzaya çıkacak ilk dünyalı olmaya hak kazanmıştı, 3 Kasım 1957'de Sputnik 2 uzay aracı ile bu ünvanı hakkıyla kazandı kendisi. Ödülü de dört gün sonra ölmek oldu, zaten geri dönmesi planlanmamıştı. O güne kadar bir canlının bu yolculuğa dayanamayacağını düşünen bilim adamlarını yalancı çıkaran Laika sonraki insanlı uçuşlar için de yol gösterici oldu. SSCB uzay programında başka köpekler de yer aldı.
  Daha sonra hem SSCB'nin hem ABD'nin uzay programlarında ağırlık primatlara kaydı. 1958'de bir sincap maymunu olan Gordo uçuşunu tamamlayıp dünyaya döndü, ama inişi esnasında uzay aracının paraşütü açılmadığı için denize çakıldı. NASA Gordo'dan sonra, 1959'da, uzaya Able adında bir makak ve Baker adında bir sincap maymunu yolladı, her iki hayvan da sağ salim dünyaya dönmeyi başardılar. NASA uzaya insan yollamak amaçlı Mercury Projesi'nde ağırlığı bundan sonra şempanzelere verdi. 1961'de on ay arayla yörüngeye başarıyla yerleşen Enos ve Ham adlı iki şempanze de sağ olarak dünyaya dönünce NASA artık insan gönderebileceğine ikna oldu ve  20 Şubat 1962'de John Glenn bunu gerçekleştirdi.
  Hayvanların başına ne gelirse insanlardan geliyor, düşünsenize zavallı Laika sokaklarda aylak aylak dolaşıp çöp karıştırırken kendisini bir anda uzayda buluyor, bir maymun uzay aracı ile denize çakılıyor, oysa akranları ormanda bir dalın üzerinde oturmuş meyve kemirip kaşınıyor. Bari biraz vefa gösterip vesileyle kendilerine şükranlarımızı sunalım. Kalbimizde yaşayacaksınız.

Saturday, January 30, 2010

!f istanbul 2010

AFM Bağımsız Filmler Festivali, ya da kısaca !f istanbul'un dokuzuncusu 11-21 Şubat tarihleri arasına arzı endam ediyor. Son yıllarda !f kapsamında gittiğim çoğu filmden hayal kırıklığı ile ayrılsam da, yine de ilgisiz kalmak mümkün değil.
Yüzeyel bir bakışla ilk dikkatimi çeken filmler; Metropia, The Lovely Bones, Bronson, 40, Quick Gun Murugun, Samâ wôzu ve Yeong-hwa-neun yeong-hwa-da oldu. Biletler tükenmeden harekete geçmekte fayda var.

http://2010.ifistanbul.com/

2012 Sömürüsü Ve Maya Takvimi

  Malumunuz, bir 2012 çılgınlığıdır gidiyor; kitaplar, filmler gırla, hele nette basit bir aramayla bile binlerce sayfa çıkıyor karşımıza. Mevzuyu bilmeyenler için özetleyelim. Bütün hikaye Mayalar'la başlıyor, hani şu Orta Amerika'da, bugünkü Meksika, Guatemala, Honduras bölgesinde yaşamış, kendi çapında oldukça ileri bir uygarlık kurmuş, sonra da İspanyollar tarafından tarihten silinmiş olan Mayalar. 1970'li yıllarda Frank Waters adlı her taşın altında gizem aramaya meraklı bir zat Maya takviminde 13. baktun adı verilen dönemin 21 Aralık 2012'de başlayacağını farketmiş, niyeyse bunu dünyanın sonuna yormuş. O ve sonrasında gelen destekçileri de o gün bugün ortalığı velveleye veriyorlar.
  Peki nedir şu meşhur Maya Takvimi? Mayalar 365 günlük Güneş Takvimi'ne ek olarak 20'lik sayma sistemini temel alan bir gün sayma sistemi de kullanıyorlarmış. Bir yılı - 30'ar günlük 12 aya değil de - 20'şer günlük 18 döneme ayırıyormuş bu takvim. Günler belirtilirken de büyükten küçüğe doğru dönemler halinde yazılıyormuş.      Daha detaya girersek;
1 gün = 1 kin
20 kin = 1 vinal (yani 20 gün)
18 vinal = 1 tun (yani 360 gün, 0.97 yıl)
20 tun = 1 katun (yani 7200 gün, 19.73 yıl)
20 katun = 1 baktun (yani 144,000 gün, 394.52 yıl)
olarak isimlendiriliyormuş Maya Takvimi'nde. Belli bir tarihi belirtirken de, örneğin 3. baktunun 23 günü için, 3.0.0.1.3 şeklinde bir gösterim kullanılıyormuş.
  Şimdi geldik hikayenin can alıcı noktasına. Maya inanışlarına göre her 13 baktunda bir dünya yenilenir, günahlardan arınmış şekilde yeniden doğarmış. Peki 12. baktun ne zaman bitiyor? 20 Aralık 2012'de (yani Mayaca söylersek 12.19.19.17.19'da). 21 Aralık 2012'de (13.0.0.0.0'da) 13. baktun başlıyor. Bilindiği kadarıyla bu tarihin diğer günlerden hiçbir farkı yok. Eee, ne olacak peki? Olacak olan belli, birileri 21 Aralık 2012'ye kadar bu kıyamet senaryolarının nemasını yiyecek. Sonrasında da bize yedirecek yeni bir mama bulacak.

Yamaha MT-09 Reklam Filmi

Reklam filmi paylaşmak pek alışkanlığım değil, ama muhteşem görüntüler ve Japonya birlikteliğini ıskalayamazdım.