Sunday, October 31, 2010

Sigue Sigue Sputnik - Love Missile F1-11 (uncensored)

80'lerden bir klasik...

3D Çılgınlığı

3D sinema tarihini Avatar öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak mümkün herhalde. Aslında 1950'lerden bu yana, her ne kadar farklı teknolojiler kullanılmış olsa da, 3D filmler çekilmiş ve zaman zaman saman alevi gibi yanan ilgi parlamaları da yaratmış, ama hiçbir zaman yaygınlaşamamış. Ama Avatar bir geldi, pir geldi... Film olarak eleştirilebilecek çok yönü var, evet, ama bugüne kadar hiçbir filmin yapamadığını yaptı, hakkını yemeyelim. 3D'yi günlük hayatımıza soktu James Cameron. Artık neredeyse yeni çekilen her film 3D çekiliyor, eski klasiklerin 3D versiyonları hazırlanıyor, George Lucas'ın Star Wars üzerinde uzun zamandır çalıştığı biliniyor örneğin. Ama iş sinema salonları ile de sınırlı değil artık, yavaş yavaş evlerimize de sızmaya çalışıyor. Bütün televizyon üreticileri bir anda 3D modelleriyle arzı endam etmiş marketlerde.
Bu mevzuda kafama yatmayan birkaç nokta da yok değil hani. Bir kere, bütün büyük teknoloji üreticileri bir anda mı geliştirdiler 3D modellerini? Yırtık dondan çıkar gibi her köşeden, neredeyse her markanın logosunu taşıyan 3D televizyonlar fırladı. Sanki elemanlar yıllardır bu teknolojiyi bir kenarda tutuyorlarmış da, ortam uygun olunca hemen üretime başlamışlar gibi bir intiba uyandı bende... 
Gelelim diğer meseleye; evimizin baş köşesinde duran HD televizyonlarımızdan bile tam performans alamazken 3D televizyon alıp ne yapacağız? İçerik nasıl sağlanacak? Muhtemelen yakında çıkacak 3D filmleri oynatacak disc player'lardan alıp ayda yılda bir film mi izleyeceğiz? 
Teknoloji artık inanılmaz bir hızla tüketiliyor. En yeni teknolojinin ömrü bile 1-2 yılı geçmiyor. İyi de bunun sonu nereye varacak? Tüm dünyada insanların cebine giren para azalırken bu teknolojik tüketim çılgınlığını kim finanse edecek? Her yıl cep telefonu, bilgisayar, televizyon değiştirebilecek kaç milyon insan var dünya üzerinde? İşin komik yanı, şu anda dünya ekonomisinin en önemli başatlarından biri teknoloji şirketleri. Bu sektörde bir tıkanma yaşanırsa bunun sonu tüm dünyayı etkileyecek. 
Neyse, bu ağır mevzuyu başka bir yazıda daha detaylı değerlendirmek lazım. O zamana kadar gidin, sevgilinizle sinemada güzel bir film seyredin. Aman, 3D olsun...    

Taş meclisi - Jean Christophe Grange

  Muhtemelen tatilde falan okuruz diye düşünülerek alınmış, sonra da unutulmuş ve  kütüphanenimizin bir köşesinde kalmış bir kitaptı Taş Meclisi (La Concile de pierre). Eşim yakın zamanda okumuş ve yorumunu tek kelimeyle belirtmişti; berbat. Ama kaşınıyorum ya, illa okumam lazım, zaten eşimle kitap zevklerimiz de pek uyuşmaz. Geçen hafta evde geçirecek birkaç günüm olunca elime aldım kendisini, ama almaz olaydım. Pek az kitap için bu kadar kötü konuşmuşumdur, ama bence Grange'ın bu romanı hakkında söylenen her türlü olumsuz sözü hakediyor. Tamam, Jean-Christophe Grange'dan normalde de hazzetmem, hiçbir kitabını övgülerle bitirmedim, ama sövgülerle de bitirmemiştim. Kısmet Taş Meclisi'ne imiş.
  İnanndırıcılıktan uzak hikaye, mistizmle bilim arasında salınıp duruyor. Biraz telepati, biraz telekinezi, yanında eski Sovyet bilimi, şamanlar... Ne ararsınız var. Ama bunları bağdaştırma, birleştirme çabasında da tamamen çuvallamış Grange. Hele sonlara doğru, komediye dönmüş iyice...
  Herhalde Grange parasız kalmış, üç beş çiziktirip ne yazsam satar diye düşünmüş gibi geliyor bana. Başka bir açıklama bulamadım. Bir de utanmadan Monica Belluci'nin oynadığı bir filmi çekilmiş....

Friday, October 8, 2010

Kral Süleyman'ın Hazineleri - H. Rider Haggard

  Rivayet o ki, Sir H. Rider Haggard, Kral Süleyman'ın Hazineleri'ni (orijinal adıyla King Solomon's Mines) yazmaya kardeşiyle girdiği bir iddia nedeniyle başlamış ve bir-iki ay içinde de bitirmiş. İddianın konusu kendisinin de Louis Stevenson'ın Treasure Island'ı kadar iyi bir roman yazıp yazamayacağıymış. Sonucun ne olduğu tartışmaya açık, ama ilk basımı 1885'te yapılan romanın önce döneminin bir best seller'ı, sonrasında ise yüzyılı aşkın bir süredir zaman zaman alevlenen bir ilginin odağı olduğu kesin. Bunda romanın maceracı karakteri Allan Quatermain'in zamanı aşan kişiliği kadar, sonraları 'Lost World' olarak adlandırılacak bir türe kapı açması da etkili olmuş olsa gerek (Edgar Rice Burroughs'un The Land That Time Forgot'ı, Arthur Conan Doyle'un The Lost World'ü, H. P. Lovecraft'ın At the Mountains of Madness'ı, hatta Lee Falk'ın The Phantom'u gibi pekçok eser bu tür içinde değerlendirilmiştir daha sonra).
  Afrika'nın keşfedilmemiş bir bölgesinde, kayıp kardeşini arayan bir İngiliz zenginine eşlik eden fil avcısı Allan Quatermain ve arkadaşlarının unutulmuş bir uygarlığın kalıntılarına ve zenginliklerine ulaşmasını anlatıyor öykü. Birinci ağızdan, akıcı bir dille nakledilmiş. Bir dönem Avrupalı'nın Afrika halklarına bakışını da görebiliyoruz romanda, ama Haggard'ın hakkını yemeyelim, kendisinden sonra gelenlere nazaran dili daha az ırkçı, en azından Afrika kültürünün hakkını da vermiş.
  Türkçe baskı Cengiz Orhan çevirisi ile İgüs Yayınları tarafından yapılmış. Dizgi ve düzenleme çok kötü olmamakla birlikte, biraz daha özen iyi olurmuş sanki. Bölüm aralarına serpiştirilmiş resimler de biraz alakasız durmuş, orijinalinden mi alıntı, yoksa bizde mi eklenmiş bilemedim.
  Son not olarak, Haggard daha sonra ondört tane daha Allan Quatermain romanı yazmış. Başlamışken onları da okusak iyi olurdu. 

Yamaha MT-09 Reklam Filmi

Reklam filmi paylaşmak pek alışkanlığım değil, ama muhteşem görüntüler ve Japonya birlikteliğini ıskalayamazdım.